Kosova Kurtuluş Savaşının 20. yılı

12 Haziran 1999 / 12 Haziran 2019

 20. Yıl Kutlu Olsun ! 

Kosova’da Bir Tarih Böyle Yazıldı.

Şubat-Mart 1998’de, Kosova’da Arnavutlarla Sırplar arasındaki gerginlikler aniden silahlı bir seviyeye yükseldi. Kosova Kurtuluş Ordusunun ortaya çıkışı, birçok tutuklama kararı alan ve UÇK savaşçılarının olduğu ya da destek bulduğu köylere saldıran Sırp makamlarını ciddi şekilde endişelendiriyordu.

Miloseviç’in Kosovalı Arnavutlara yönelik soykırım politikası, tüm uluslararası toplum için de şok edici bir gerçeklik haline gelmişti. Mart 1999’da Ankara’da Albay Hajro Limaj, Tiran’ın tarihi sorumluluğunu hisseden Başbakan Pandeli Majko’nun tüm siyasi ve diplomatik cephaneliğini harekete geçirdiğini görüşmelerde kilit rol oynadı.
Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit, Mart 1999’da Arnavut mevkidaşı Pandeli Majko’ya Türkiye’nin Arnavutluk sınırlarına ve toprak bütünlüğüne dokunmasına izin vermeyeceği sözünü verdi. Ecevit, “Gerekirse, Türkiye Arnavutluk ve Arnavutluk’un dostu ve küçük kardeşinin egemenliğini ve bağımsızlığını savunacak.” dedi.

Kosova’nın bağımsızlığını destekleyenler başta Arnavutluk, ABD, AB üyesi 22 civarında ülke ve Türkiye’dir. Arnavutluk, soydaş (Kosova’nın ortalama % 90’ı Arnavut’tur) ve siyasi açıdan koruyucu ülke olmasından dolayı Kosova’ya destek vermiştir. Bu destek, Arnavutluk için gönüllü olduğu kadar da mecburidir. Gönüllüdür, çünkü: a) Halkının çoğunluğu soydaşlarından oluşan bir devlet bağımsız olmakta ve uluslararası arenaya çıkmakta soydaşlarını Sırp zulmünden kurtulması için kurtuluşa destek olmaktadır. Bu mecburidir, çünkü: Arnavutluk’un hem bölgesel hem de uluslararası bazda müttefiğe ihtiyacı vardır ve Kosova’nın Arnavutluk’un stratejik müttefiği olacaktır. b) Kosova’ya destek vermemek, Arnavutluk siyasetçi ve yöneticilerinin iç baskıya maruz kalmaları anlamına gelecektir.
Bilinmelidirki ABD Kosova’yı belki Arnavutluk’tan da fazla desteklemiştir. Denilebilir ki; Kosova’nın bağımsızlığı ABD’nin eseridir. Uluslararası topluluk Sırbistan’ı hava saldırısı ile tehdit etmeye başlayınca, Miloseviç saldırılarına ara vermek zorunda kalmıştır. Kosova’daki şiddeti durdurmak için uluslararası toplum devreye girerek çözüm üretmeye çalışmıştır. Neticede Kosova Savaşı 12 Haziran 1999 tarihinde bitmiştir. Savaşın ardından 12 bin ölü, 120 bin yanmış ve yıkılmış ev kalmıştır.

Türkiye, Kosova’nın bağımsızlığında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakanı Bülent Ecevit ve Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu etkin rol oynamış, tarihi de göz önünde bulundurarak “bekle-gör”, “tarafsızlık” ve “karışmama” gibi edilgen bir dış siyaset yerine inisiyatif alan bir tavır sergilemiş ve askeri üslerini bombardımana açmasının yanısıra uçak ve asker desteği vermiştir. Muhsin Yazıcıoğlu, Kosova’ya destek olmuş ve Türkiye siyasetine destek çağrısı yapmıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve dönemin koalisyon ortağı eski Başbakan Mesut Yılmaz Amerika’nın bombardıman kararı almasından sonra dengesiz bir şekilde izlemiş oldukları Sırp yanlısı Kosova siyasetinden ters manevra yaparak Amerika ve Nato barış gücü tarafında yer almaya ve destek ziyaretlerine başlamışlardır. Dönemin Balkan kökenli milletvekilleri FP’nden Hüseyin Kansu ve CHP’den İrfan Gürpınar meclis oturumlarında ve Meclis dışı görüşmelerde aktif rol almışlardır.

Türkiye’de etkisiz bir Arnavut lobisi olmasının en önemli sebeplerinden biride dernek, vakıf yöneticileri ve üyelerinin kendi içlerinde koordine olamamaları, geri planda bırakılmaları ve dar alanda basit bir siyasi ihtiraslara ve beklentilere kurban olmalarıdır. Halbuki Amerika daki güçlü Arnavut lobisi ve onun birbirinden değerli temsilcileri bu kişilere örnek olmalıydı. İbrahim Rugova’nın Türkiye’de gereken desteği bulamayışı, Adem Damaçi’nin Türkiyeden destek için çırpınışı ve feryadının yanı sıra Türkiye’de bir şeyler yapmaya çalışan fakat iyi niyetli çalışmaları bir çizgiden öteye gitmeyen Enver Tali’nin yanısıra Türkiye’deki kamplarda ve etrafındaki yerleşim birimlerinde mültecilere destek veren, Türkiye’den Kosova’ya her türlü malzeme gönderilmesi için maddi ve manevi destek veren isimsiz gizli kahramanlarında hakkını teslim etmemiz gerekir.

Enver Tali

Kosova’nın bağımsızlığın tanınması için yaptığı bu çağrı Avrupa’nın etkili devletleri ve dünyanın değişik devletleri tarafından hemen cevap bulmuştur: ABD, Büyük Britanya, Almanya, Türkiye, Arnavutluk, Afganistan ve dünyanın değişik yerlerinden devletler bu çağrıya cevap vermiştir.
Balkanlarda yaşayan hemen her etnik topluluğun büyük devlet kurma idealleri vardır. Ancak Arnavutların Balkanların çok çeşitli ülkelerine yayılmış olmaları ve bu ülkelerde kolayca siyasi olarak örgütlenerek siyasi taleplerde bulunabilen toplumsal yapıları ve çeşitli ülkelerde bulunan güçlü lobileri onları diğer etnik topluluklardan ayırmaktadır. Türkiye’nin Kosova politikasına bakıldığında ise Bosna konusunda izlediği politikadan biraz farklı olduğu söylenebilir. Nitekim Türkiye’nin Kosova meselesinde başlangıçtaki tavrı çekimser olmuştur. Bunda çeşitli etkenlerin etkili olduğu düşünülmektedir. Öncelikle Yugoslavya’da iç çatışmalar baş gösterdiğinde Türkiye bu konuyu, Yugoslavya’nın iç meselesi olarak değerlendirmişti. Yugoslavya’nın iç çatışmalarını bastıracağını düşündüğünden Kosova’nın bağımsızlığı fikrine başlarda ılımlı yaklaşmamıştır.
BM Sırbistan’ın davranışlarına yönelik kararlar alsa da Sırbistan’ı engelleyememiştir. Son çare olarak 1999’da NATO, Kosova’ya hava harekâtı düzenlemeye karar vermiştir. Yetmiş sekiz günlük mücadelenin ardından Sırbistan yenilgiyi kabul ederek Kosova’dan çekilmiştir. Kosova yönetimi ise Birleşmiş Milletler Geçici Yönetim Misyonu (UNMIK)’nun gözetimine ve desteğine bırakılmıştır.

Sonuç olarak Amerikan eksenli bir politika, Avrupa ülkelerinin ve Nato gücünün desteği ile şekillenerek balkanlardaki en genç ülke 20 yıl önce bugün dünyaya gelmiştir. Bu süreçte emeği geçen tüm siyasilere ve Arnavut lobi güçlerine ne kadar teşekkür etsek azdır. Kosovayı bir devlet yapmak uğruna şehit olan Kosova Kurtuluş Ordusunun şanlı Arnavut savaşçıları kalplerimizde yaşayacaktır. Kosova Cumhuriyeti bugün başlayan kutlamalar ile törenlerde üst düzey devlet protokolü uygulayarak vermiş olduğu devlet nişanları ile sezarın hakkını sezara teslim etmenin onurunu ve gururunu yaşamaktadır.

Bora Zukali

Balkanlar, Bosna-Hersek Ve Türkiye

Balkanlar, Bosna-Hersek Ve Türkiye

Müfid Yüksel
Saraybosna
1930″lu yıllarda oluşan Tito Yugoslavya”sının eski federal devletlerini oluşturan ülkeler bugün bir geçiş süreci içerisinde. Sırplar, Hırvatlar, Arnavutlar, Boşnaklar, Bulgar Makedonlar, Türkler, Vlahlar, Goranlar vs. bir çok topluluğun yaşadığı karmaşık ve zor bir coğrafya.. Bu coğrafyayı bölgeyi elde tutmak, zabt u rabt altına almak gayet güç. Osmanlı”nın asırlarca burayı bir arada idare etmiş olması büyük bir başarı.
Osmanlının bölgeden çekilmesi, bölgeyi kaybetmesi hem bu bölge açısından hem de Anadolu açısından büyük bir kayıp olmuştur. Osmanlı”nın beyni olacak şekilde merkez hinterlandını Rumeli/Balkanlar teşkil ediyordu. Osmanlılar son olarak 1912 Balkan savaşlarında bölgeyi kaybettiğinde beyninden vurulmuştu. Osmanlı”nın 1293 Harbinden (1877-78 Osmanlı-Rus Harbi) itibaren çekildiği bölgelerde kalan Müslümanlar için bugüne dek süren acı ve trajedilerin başlangıcı oldu. Bu tarihten başlayarak, bölgeden göçler ve bölgede kalan Müslümanların yaşadığı trajediler hep paralel seyretti.

Osmanlı devleti sona erip Lozan”da çizilen sınırlar üzerinde Türkiye Cumhuriyeti kurulunca, bölge artık sadece göçlerle anıldı. Türkiye”ye en son 1989″da Bulgaristan”dan vaki olan toplu göçe kadar süregelen göçler dışında bir uzun süre bölgeyle elle tutulur bir ilgi kurulamadı. Oraları, Meriç”in ötesi statükocu/Misâk-ı Millici-resmi ideolojinin dayatmasıyla çok uzak ve yabancı ülkeler gibi algılandı. 1990″a kadar süren Komünizm etkisi Balkanları Arnavutluk başta olmak üzere, daha da kapalı ve ulaşılamaz hale getirmişti.
1990″larda ise, bölgeye Yugoslavya”nın dağılması, savaşlar ve katliamlar damgasını vurdu. Bu dönem Boşnak ve Arnavut Müslümanlar için savaş ve katliamlarla dolu bir trajedinin yaşandığı bir dönem oldu. Tam da bu dönemde Tek-Parti dönemi statükoculuğu ile gözleri/vizyonu Meriç”in ötesini göremeyen Türkiye devleti hiç de iyi bir sınav veremedi. 2000″li yıllarda ise bölge ile ilgi/alaka kurma, Osmanlı”nın bakiyesi olan unsurlarla bağ kurup, geliştirme anlamında geçmişe nazaran bir hayli ilerleme sağlandıysa da hala bu son derece yetersiz düzeyde.. Türkiye 6 milyon civarında Arnavut nüfusu, 4,5 milyon civarında Boşnak nüfusu barındıran bir ülke olarak bölge ile ilgilenme, bölgeye açılma konusundan hala niye bu kadar zayıf konumda anlamak bir hayli güç.. Özellikle Türkiye”de yaşayan Boşnakların  büyük bölümünün, savaş ve katliamlara rağmen, anavatanlarına olan kronik ilgisizliklerini hiç mi hiç anlayamıyoruz. Hele ki, Türkiye”nin öteden beri gerek Balkanlara gerekse diğer birçok bölgedeki, Osmanlı bakiyesi Müslüman halklara hala “Dış Türkler, Soydaşlar” nazarıyla bakıp, bunun üzerinden siyaset takip etmesi ülkemiz için en büyük ayak bağı/pranga. Uzun süredir, Eski Yugoslavya”da Türkiye, Makedonya ve Kosova”daki Türk azınlık üzerinden bir açılım izlemektedir. Oysa ki, Türkiye”ye olan Türkiye”nin sadece, Makedonya’da %4, Kosova”da 1,5  olan- yoğun göçler dolayısıyla- Türk nüfus üzerinden açılım yapmaya çalışması son derece anlamsız bir tutumdur. Osmanlı bakiyesi olan ve milyonlarla ifade edilen Arnavut ve Boşnak nüfusun neredeyse adeta göz ardı edilmesi kabul edilecek bir durum değildir. 
Bosna-Hersek’te Türkiye’nin belediyeler ve bir kısım sivil toplum kuruluşları üzerinden bazı etkinlikler düzenleme, yoğun turistik geziler dışında çok ciddi bir faaliyetini gözlemleyemedik. Kosova”da TİKA”nın restorasyonları dışında çok fazla bir etkinlik görülemiyor. 
90″lı yıllarda ise, dünya ve bölgedeki değişimi göremeyen Türkiye, Bosna ve Kosova savaşlarında aktif bir politika izleyemedi. Bu anlamda, Demirel faktörünün de etkisiyle, büyük fırsatların kaçırılmasına sebebiyet verdi.
Ayrıca, Türkiye”nin Rumeli”den çekilme ve yenilgi psikolojisi sonucunda oluşan Resmi İdeolojisinin oluşturduğu kırılmalar/travmalar buna eklenince sorunlar daha da katmerleşti. Türkiye”de Tevhid-i Tedrisât Kanunu, 677 Sayılı Tekke Ve zaviyelerin Seddine ilişkin kanun gibi İnkılap Kanunları ve 90 yıldır süren Din’e yönelik amansız yasaklar, Türkiye”nin bölgeye açılımında en önemli handikapları oluşturmaktadır. Tüm bunlar Türkiye”nin Müslümanlık ortak kimliği üzerinden bölgeye açılımına, Avrupa’nın önleyici etkisi ile birlikte, ciddi darbe vurmaktadır. Oysaki, Türkiye”nin bugün için Müslümanlığı öteleyerek, bölgeye bir açılım sergileme şansı hiç bulunmamaktadır. Bunun en önemli ayağını da bölgede Tekke Ve Zaviyeler oluşturmaktadır. 40″lı yıllardan itibaren Eski Yugoslavya ve Arnavutluk”ta Marxist rejimlerin oluşup, ağır baskılar uygulamasına, savaş ve katliamlara karşın Tekke-Zaviye ve Hankâhlar hayatiyetlerini/varlıklarını resmi/legal bir şekilde sürdüre gelmektedirler. Türkiye”de hiç müntesibi kalmamış olan Nakşibendiyye-i Müceddidiye, Sa’diyye gibi tarikatlar ve zaviyeleri dahi Kosova ve Bosna başta olmak üzere bölgede halen varlığını idame ettirmektedir. Oysaki, Balkanlardaki tarikat ve zaviyelerin tümü Anadolu kökenli olmasına karşın, Türkiye”de 1925″te çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin seddine ilişkin 677 sayılı kanun dolayısıyla o dönemden beri yasak kapsamındadır. Türkiye”nin bölgeyle en rahat köprü kurabileceği bu müesseselerin Türkiye”de 90 yıl sonra halen de yasak olması bu bağın/köprünün kurulmasını baştan engellemektedir.
Balkanlar’da bulunan tarikatlar, tekke ve zaviyeler, Türkiye ile sağlıklı bir bağ/köprü kurulamadığından farklı arayışlara yönelmekte , İslâmi temellerini kaybetmektedir. Hatta farklı ülkelerin/mezheplerin denetimine girmektedirler. Eski Yugoslavya ve Arnavutluk”taki tarikatlar, tekke ve zaviyelerdeki İslam zemininden kaymaya karşıt olarak camiler de peyderpey Katı Selefi ekol ve grupların denetimine girmektedir. Tarikat, tekke-zaviyelerin iyice müfrit Bâtıniliğin/Râfıziliğin etkisine girmesi, Cami ve medreselerin Katı Selefi grupların denetimine geçmesi, Rumeli Müslümanlarında ciddi bölünme ve travmalarının oluşmasını tetiklemektedir. 
Türkiye; 1920″li yıllardan beri, Meriç nehri ile Aras nehri arasına hapsedilmiş, Lozan sonrasında da sınırları dışında kalan eski topraklarına yönelik yürüttüğü pasif/statükocu dış politikayla taş üstüne taş koyamamış, kendi Versay”ını yırtamamıştır. 90″lı yıllarda bu parantezden çıkmanın yolları kısmen açıldıysa da, Türkiye bu fırsatları -maalesef- hiç de iyi değerlendiremedi

Balkanlar/Rumeli”de ise merhum Özal döneminde başlatılan projelerin, sonrasında statükonun direnişi ile bilinçli bir şekilde önünün kesilmesi ile, geleceğe ilişkin umutları hayal kırıklığına dönüştürmüştür. Türkiye”de 17 milyonu aşkın Balkan/Rumeli kökenli nüfusun bu yönde aktive/dinamize edilip anavatanları ile sağlıklı bağlarının oluşturulamaması, köprülerin kurulmasındaki yetersizlik ve kronik ilgisizlik halen süregelmektedir. Oysaki, Türkiye bu sayıda Balkan/Rumeli kökenli nüfusu barındırırken aynı zamanda bu nüfus, bir kısım çevrelerin “Beyaz Türk” olarak nitelendirdiği, Türkiye”nin büyük oranda elit/seçkinler tabakasını oluşturmaktadır. Buna rağmen, Balkanlar/Rumeli ile sağlıklı bir ilişkinin geliştirilememesi, hala sağlam köprülerin kurulamaması ülkemizde marazlı bir siyasal/toplumsal yapıya işaret etmektedir. Balkanlar ve Kafkaslarda hedeflenen sağlıklı bağların oluşturulması, Türkiye”nin tek-parti dönemi resmi ideolojisi ve statükosunun prangalarından kurtulup, sınırları aşan yeni bir nüfuza kavuşmasının yolunu açacak bir anahtar hükmündedir. Tabii ki, yeni vizyon ve sınırlar ötesi nüfuz artırmanın, maceracılıkla karıştırılmaması, maceralara atılınmaması  şartıyla.
1990’larda ise, bölgeye Yugoslavya’nın dağılması, savaşlar ve katliamlar damgasını vurdu. Bu dönem Boşnak ve Arnavut Müslümanlar için savaş ve katliamlarla dolu bir trajedinin yaşandığı bir acı tecrübe oldu. Tam da bu dönemde Tek-Parti dönemi statükoculuğu ile gözleri/vizyonu Meriç’in ötesini göremeyen Türkiye, Balkanlarda hiç de iyi bir sınav veremedi. 2000”li yıllarda ise bölge ile ilgi/alaka kurma, Osmanlı”nın bakiyesi olan unsurlarla bağ kurup, geliştirme anlamında geçmişe nazaran bir hayli ilerleme sağlandıysa da hala bu son derece yetersiz düzeyde. Son dönemde, Suriye olaylarının ve Kürt sorununun geldiği son noktanın zorunlu olarak neden olduğu Türkiye-Rusya yakınlaşması ve bunun Türkiye’nin Balkanlar politikasına yansıması durumu daha da çetrefilli hale getirecektir.  Türkiye en büyük Balkan/Rumeli diasporasını, 5-6 milyon civarında Arnavut nüfusu, 4,5 milyon civarında Boşnak nüfusu barındıran bir ülke olarak bölge ile ilgilenme, bölgeye açılma konusunda hala yeterli düzeyde yol alabilmiş değil. güçlü Batı Avrupa ülkeleri başta olmak üzere bir çok ülke Balkanlarda beklenenin çok üstünde aktif durumdadır. Özellikle Türkiye”de yaşayan Boşnakların büyük bir bölümünün, onca savaş ve katliamlara rağmen, anavatanlarına olan kronik ilgisizliklerini anlamak son derece imkansız.
Bosna-Hersek Müslümanları 1830’lardaki Kara Yorgi vak’asından beri bugüne değin bir çok travma/trajedi ve katliamlara maruz kalmasına; Avusturya-Macaristan devletinin işgali, Yugoslavya döneminde Komünizm’in ağır sekülerleştirme baskısına rağmen varlığını ve kimliğini sürdürmeye çalıştı. Camiler, Müftülükler, Medreseler ve Tekkeler başta olmak üzere dini kurumlarını koruma/sürdürme konusunda büyük çaba sarf ettiler. Halen de 90’lı yıllardaki kuşatmalar ve katliamlara rağmen bunu Merhum Alija İzzetbegovic’in dirayetli liderliğinde inatla sürdürdüler. Ancak, bugüne değin çok fazla hırpalanmış ve yorgun bir toplum haline geldikleri de gözden kaçmamaktadır. 90’lı yıllardaki kuşatma/savaşlarda, Banjaluka, Foça, Sokollu Mehmed Paşa’nın Mimar Sinan’a yaptırdığı ünlü Drina Köprüsü’nün yer aldığı Vishegrad gibi Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu şehirler ve merkezler/şehirler tümüyle kaybedildi. 1300 civarında Cami vs. Osmanlı-İslam eserleri Sırp-Hırvat saldırılarına/yıkıma maruz kaldı. Bunların büyük bir bölümü, Banja Luka’daki Fettahiye ve Praça’daki Semiz Ali Paşa Camii gibi, şimdilerde yeniden inşâ edildi. Boşnaklar savaş döneminde dahi dini vs. müesseselerini ayakta tutma konusunda azami gayret gösterdiler. Osman Ef. Redzovic adlı emekli tarih öğretmeni, 1992’deki savaş ortamında dahi azim ve gayretle Visoko Veliko Cajno’da bir medrese açmayı başarır. Bugün 85 yaşında olan Osman Ef. Redzovic’in bu medresesi, Tuzla’daki Behrambegova Medresesinin yanı sıra bugün Bosna-Hersek’te kampüsü, alt yapısı, donanımı ve öğrenci ve eğitim kalitesi ile en mükemmel medresedir.
Merhum Alija İzzetbegovic’in  40’lı yıllarda temelini attığı yapı yaşanan büyük travmalara rağmen Bosna-Hersek Müslümanlarının ayakta kalmasının temel dinamiğini teşkil etmektedir. Ancak, Bosna’daki Müslüman nüfusun bu direnci ilerilere/geleceğe taşıma konusunda yeterli olmadığı açık. Bosna-Hersek’te 1.800.000 civarında bir Müslüman Boşnak nüfusu bulunmakta, ancak istihdam/işsizlik sorunu had safhada olduğundan Batı ülkelerine hızlı bir göç yaşanmaktadır. Bu da en çok Hırvatlarla birlikte yaşadıkları, Mostar, Stolac ve Pocitelj gibi son derece stratejik önemi olan merkezlerde/şehirlerde yaşanmaktadır. Özellikle, Mostar’daki Müslüman göçü önlenmediği takdirde, orta vadede Mostar Müslüman nüfustan arındırılmış olacaktır. Yanı sıra, Bosna-Hersek’te ticari/ekonomik sahanın büyük oranda Hırvat sanayici/işadamlarının elinde olması durumu Boşnaklar açısından daha da vahim kılmaktadır.
Türkiye öteden beri, Bosna-hersek’te, özellikle Merhum Alija İzzetbegoviç’in vasiyeti doğrultusunda yatırımlar yapmasına karşın, bunlar yukarıda sıraladığım engeller yüzünden hiç de yeterli düzeyde olamamaktadır. Son dönemlerde Rusya faktörü ile bu yatırımların yeterli düzeye getirilebilmesi arasındaki dengenin sağlanması, azami bir gayreti gerektirmektedir.
Bosna-Hersek’te bugün dergahlar ve medreseler açık olup yasal bir şekilde faaliyetlerini sürdürmektedirler. Tito/komünizm dönemi/travması yaşamış olmasına karşın bu dini müesseselerin, medreselerin, irfan ocakları olan dergah/zaviye/tekkelerin günümüzde açık/yasal olması Türkiye ile kıyaslandığında, Türkiye açısından eksi bir puan olmaktadır. Zira, Türkiye’de bu dini kurumlar 92-93 yıldır kanunen halen yasak.
Türkiye’de Tevhid-i Tedrisât Kanunu, 677 Sayılı Tekke ve Zaviyelerin Seddine İlişkin Kanun gibi kanunlar ve 92-93 yıldır süren amansız yasaklar, Türkiye’nin bölgeye açılımında en önemli handikapları oluşturmaktadır. Tüm bunlar Türkiye”nin Müslümanlık ortak kimliği üzerinden bölgeye açılımına ciddi darbe vurmaktadır. Oysaki, Türkiye’nin bugün için Müslümanlığı, yüzyıllara dayanan Dini kurumları Resmi ideoloji doğrultusunda öteleyerek, bölgeye bir açılım sergileme şansı hiç bulunmamaktadır. Bunun en önemli ayağını da bölgede Medreseler ve Dergâhlar/Zaviyeler oluşturmaktadır. 40’lı yıllardan itibaren Eski Yugoslavya ve Arnavutluk’ta Marxist rejimlerin oluşup, ağır baskılar uygulamasına, savaş ve katliamlara karşın Tekke-Zaviye ve Hankâhlar, dini eğitim veren medreseler hayatiyetlerini/varlıklarını resmi/legal bir şekilde sürdüre gelmektedirler. Türkiye’de hiç müntesibi kalmamış olan Nakşibendiyye’nin Müceddidiye kolu ve zaviyeleri dahi Bosna-Hersek başta olmak üzere bölgede halen varlığını idame ettirmektedir. Bosna’daki, Hacı Meylic ve eski Boşnak General  Şeyh Halil Birzina’nın Sarayosna’daki Nakşibendi-Müceddidi-Çişti  Meytaş Dergâhı ve şubeleri ve Zenica yakınlarındaki  Prizrenli Arnavut asıllı Arnauti köyündeki Nakşibendi dergahları bunların başında gelmektedir. Oysaki, Balkanlardaki tarikat ve zaviyelerin tümü İstanbul ve Anadolu kökenli olmasına karşın, Türkiye’de 1925’te çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin seddine ilişkin 677 sayılı kanun dolayısıyla o dönemden beri yasak kapsamındadır. Türkiye’nin bölgeyle en rahat köprü kurabileceği bu müesseselerin Türkiye’de 92-93 yıl sonra halen de yasak olması dini müesseseler üzerinden bu bağın/köprünün kurulmasını baştan engellemektedir.
Bosna-Hersek’te kentleşme ve şehir planlaması açısından Avrupa’nın diğer şehirlerine benzer şekilde bir düzenlilik ve estetik göze çarpmaktadır. Bu anlamda, çarpık kentleşme sorunu ile boğuşan Türkiye ile asla kıyaslanamaz. Kent merkezlerinin temizliğin korunması konusunda bir hayli ileri düzeyde olması da gözden kaçmamaktadır. Bosna-Hersek’in şehirleri, yerleşim merkezleri ile, özellikle Müslüman nüfusun yoğun olduğu yerlerde, İslâm ülkeleri arasında temizliğin/nezafetin en fazla korunduğu İslâm beldesi olarak nitelendirebiliriz.
1830’lardaki Kara Yorgi Vak’ası ve Sırp meselesinden beri sürekli hırpalanan, katliamlara, zorunlu göçlere maruz bırakılan, iyice yorgun düşen Bosna-Hersek ve Boşnaklar/Müslümanlar, tüm bu olumsuzluklara rağmen ayakta kalma savaşı vermektedirler. Bu konuda da en fazla Türkiye ve diğer İslam ülkelerinin kuvvetli ve sahici desteğine ihtiyaç vardır. Son dönemlerde Bosna-Hersek’in parçalanarak Sırp federal bölgesinin Sırbistan’a verilmesi, Hırvat bölgelerinin Hırvatistan’a ilhakını içeren, özellikle Slovenya başbakanının projesi gibi projelerin, haritaların devreye sokulması, Rus ve Ortodoks-Slav yayılmacılığının sıcak denizlere, Akdeniz’e inmesine geçmişten gelen Anglo-Saxon bir refleksle, öteden beri karşı olan ABD/Biden yönetimi tarafından şimdilik engel olunmuştur. ( 19. Yüzyılda da,  93 (1877-78) Osmanlı-Rus Harbi/Seferi sonrasında Rusların Ayastefanos/Yeşilköy’e kadar ilerleyip burada imzalanan anlaşma ile Osmanlı’nın Rumeli’deki varlığına adeta son veren bir netice oluşturmasına karşın, Rus-Ortodoks/Slav nüfuzunun Akdeniz’e uzanmasını istemeyen İngiltere’nin devreye girip Berlin Konferansı’nda durumu Osmanlı’nın lehine düzelterek, Rumeli’de savaşta kaybedilen Rumeli topraklarının önemli bir bölümünün Osmanlı’ya iadesi önemli bir fırsat oluşturmuştu, Sultan II. Abdülhamid Han’ın bu fırsatı değerlendirmesi, Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan devletinin işgaline maruz kalmasına karşın, 30 yıl zaman kazandırmıştı. Ancak Jön-Türklerin katı Avrupacılığı/Dinsizliği ve vizyonsuzluğu, Sultan Abdülhamid’i birçok konuda engellediği gibi, Sultan Abdülhamid sonrasında, Balkan savaşlarından itibaren,  tüm imparatorluğun dağılmasına yol açmıştı. ) ABD’nin Rus/Ortodoks-Slav nüfuz-yayılmacılığına karşı Anglo-Saxon bir refleksle Bosna-Hersek’in toprak bütünlüğünü koruma yönündeki Balkan/Güneydoğu Avrupa politikası, Sultan II. Abdülhamid döneminndeki gibi bir fırsatın doğmasına yol açmıştır.  Bosna-Hersek’e nefes aldıran mevcut durum değerlendirilmediği ve gerekli< destek verilemediği takdirde Bosna-Hersek’in geleceği konusunda yine emin olamayız. Türkiye’nin eski statüko’dan gelen Mamuşa merkezli Balkan politikası yerine, soydaş hassasiyetini de tamamen bir tarafa bırakarak, tüm bölge ve Osmanlı bakiyesi toplulukları kucaklayan bir siyaset izlemesi elzemdir. Türkiye, Balkanlarda Arnavutları ve Boşnakları merkeze alan, Arnavutları ve Boşnakları ortak noktalarda, sağlam temellerde bir araya getirebilen, diğer toplulukları da küstürmeyen, içeride seçmen kitlesini konsolide etmeye yönelik, günlük siyasi mülahazaların ötesinde uzun vadeli, yeni bir siyaset ve strateji geliştirebilmelidir.

Müfid Yüksel